İnsanlık, 21. yüzyılda teknolojik alt yapı ve düşünce biçimlerinin erişmiş olduğu düzeyde
çoğu problemin çözümüne sahip olsa da adalet kavramının tesis edilmesi arzusuyla hukuk
teorilerinin ve uygulamalarının evrensel düzeyde paradoks yarattığı aşikardır. Gelişmiş ve
genişletilmiş -tartışılır- kanunlar üzerine süren tartışmalar her geçen gün değişen ve kapsam
kazanan suç ve şiddetin bastırılmasında yetersiz kalmaktadır. Bu yetersizlik çeşitli sebeplere
dayandırılabilir. Bariz kontrastlığa rağmen tatbiki oldukça zor, öznel ve karmaşık olan adalet
atmosferi, elbette birçok yöntem ve tekniğin gelişmesine de zemin hazırlamıştır. Önlem ve
müdahale için kullanılabilecek metotların çeşitlilik arz etmesi ve kolluk kuvvetlerince yoğun
donanım kullanımı suç ve suçlu ile mücadele açısından avantaj sağlamakta fakat hedeflenen
başarı, toplumsal yaşama anlamlı bir belirginlikte yansımamaktadır. İhtimaldir ki mevzu bahis
meselenin sebepleri yerine sonuçlarına odaklanmak yahut öteleme aracılığıyla engellemeye
çalışılmak topluluk içindeki görünürlüğü imkansızlaştırmaktadır. Bu noktada tanımdan
tasarıma, teknikten uygulamaya dahası suç ve şiddet problemlerine kaynaklık eden yerel
nedenlerden ziyade ulusal hatta küresel nedenlerin irdelenmesi gerekliliğiyle
karşılaşmaktayız. Öncelikle suç ve şiddetin tanımını yaparak anlaşılabilirliği kolaylaştırmamız
gerekir. Şiddet insanoğlunun var olduğu dönemden günümüze kadar gelen sosyal bir olgu
olup, toplumsal ve bireysel sonuçları nedeniyle ciddi bir sorundur. (Türk vd., 2023: 125)
Yerleşik toplum düzeninin ortadan kalkmasına aracılık eden şiddet, çeşitli davranış ve
eylemlerde kendini gösterir. Bunlar; kanuna uymamak, kişiye zarar vermek, hakaret etmek,
onurunu kırmak, sükûnet ve huzura son vermek; birinin hakkını çiğnemek, hırpalamak,
incitmek, canını acıtmak için zor kullanmak; yıkıcı aşırı davranışlarda bulunmak, aşırı
derecede öfke ifade etmek şekillerinde sınırlandırılabilir. (Çevikalp, 2020: 59-60) Suç adını
verdiğimiz yasalar tarafınca belirlenmiş olumsuz eylemler bütünü, şiddetten daha geniş bir
kapsamı içine alır. Her şiddet suçtur. Ancak her suç şiddet değildir. Suç, hukuk kurallarının
toplum için zararlı ve tehlikeli görerek yasakladığı ve cezai yaptırıma bağladığı eylem olarak
tanımlanmaktadır. Durkheim’e göre ise suç; toplum halinde yaşama şartlarına yönelmiş her
türlü saldırıdır. (Ayhan ve Çubukçu, 2007: 31) Odaklanılacak husus, suç ve şiddetin yerleşik
toplum düzenine yani topluluk yaşam standartlarına tehdit oluşturmasıdır. Peki takribi
Neolitik Dönemde birleşerek önce komünleşen ardından köy adını verdiğimiz tarımsal
yerleşkeler yaratan insanlığın, günümüzde özellikle bireyselliğin ivme kazandığı bu çağda
hala birlikteliğe ihtiyacı var mıdır ki onu korumak adına dezenformasyonları insan
doğasındaki mecburiliğiyle kamufle edilen suç ve şiddetle mücadele etsin?
Başat olarak yüksek nüfuslu bir dünyada yaşadığımız hakikatini atlamamalıyız. Bireyselliğin
ideallerde yaşaması -farkında olunmasa da- işlevsel olduğu anlamına gelmez. Sivil toplum
kuruluşları ve basın organlarının telkinleri bireyselliğin hatta bağıntılı olarak özgürlüğün
taraftarı olsa da insanoğlu topluluğuna bağımlıdır. Bireyin bireyliği ancak toplum içinde
ortaya çıkar. Kişilik kişilerden oluşan toplumun gölgesinde yeşerir. Varoluş, toplumsallığa
doğrudan bağımlıdır. Aidiyetlik hissi, popüler kültür tarafından özgürlüğün kısıtlayıcısı
şeklinde nitelendirilse de yaşamdan izlenimler aksini ispatlamaktadır. Ait olmak, bir
topluluğun mensubu olmak normların sınırlandırılması dezavantajıyla birlikte gelse de kişiye
hareket izni verir. Norm çerçevesi, özgürlüğü kısıtlar görünür fakat bu denli bir basitliği
taşımaz. Birey kendini soyutladığında o toplumun içinde barınması imkansızlaşır. İsteklerini
gerçekleştiremediğinde normların etkisinden yakınır. Fakat o normların varlığı sadece sınır
çizer. Çizgilerin içinde hareket edebilmek kişiye özgüdür ve özgürdür. Özgürlüğün
“başkasının haklarını ihlal etmemek” şeklindeki ilkesi bilinir. Maharet, çizgisiz ve sınırsız bir
boşlukta savrulmak değil çizgilerin varlığında yolunu çizebilmektir. Dağ başında “özgür” bir
insan tasarlayalım. Herkesten her yerden uzak. İnziva halinde bir adam. Toplumun
sınırlarından, çizgilerinden kurtulmuş birisi. Şimdi bu X, iyi veya kötü bir kişilikte mi?
Yakışıklı mı çirkin mi? Sinirli mi sakin mizaçlı mı? Yalancı mı dürüst mü? Zalim yahut
merhametli mi? Nasıl anlayabiliriz? Anlayamayız. Bu saydığımız sıfatların da toplumun bize
yakıştırdığı, giymeye zorladığı kamuflajlar olduğu iddiasını öne atacak bireyciler elbette var.
Konuyu uzatmadan -ilerleyen zamanlarda tartışmak üzere- basit bir şekilde şunu ifade
edebiliriz. Hakikati, hayatın gerçeklerini göz ardı edemeyiz. Unutmamak gerekir ki zalimlik,
iyilik, merhamet, öfke ve tamamının geçmişi ilk insana dayanır. Biz sadece var olanı
isimlendirdik. Ad koyup hayatımıza dahil etmedik. Doğamızda olan nitelikleri yaşamlarımıza
göre düzenleyemeyiz. Yaşamlarımızı onlara bağıntılamak zorunluluğu su götürmez bir
gerçektir. Konumuza dönecek olursak; Kalabalıklar içinde ezilmemek bu bağımlılığın
farkındalığında yatar. Kalabalıklar hep vardı ve olacak. Dolayısıyla bireyselliğin tercih
ediliyor oluşu ön kabulüyle yasa koyucuların bu yöndeki eğilimi, adaletli yargıyı ortadan
kaldırır. Tarih, sosyoloji ve Türk demokrasisi göstermektedir; çoğunluğun haklı olduğu tek
yer cezaevi koğuşlarıdır. Çoğunluğun beşerî haklardan mahrum yaşaması hukuksal yapının
şehir hayatının bireysel(!) vatandaşlarına uygun düzenlenmesini gerektirmemeli. Toplumsal
yaşamın organize edilmesi zorunlu ve korunması hayatidir. Bu standartlar için mücadele
vazifesini ağırlıkla hukukçular, avukatlar, hakimler yani adalet personelleri üstlenmiştir.
Hukukun üstünlüğü nihayetinde anayasa zırhıyla toplumsallığı korumaktır. Geriye kalan
bütün toplum mensuplarının da pozitif ve aktif desteği arzulanır.
Toplumun varlığı ve standartlarını korumamız gerekliliğini, önemini ve mecburiyetini dilimiz
döndüğünce izah etmeye çalıştık. İş bu halde toplumsal yaşamı tehdit eden suç ve şiddet ile
mücadele etmek başlı başına temel gayemiz olmalıdır. Bu gayemizin önündeki engeller;
olumsuz rol model, olağanlaşma ve legalleştirme olarak sınırlandırılabilir. İlk olarak
bahsetmemiz gereken olumsuz rol modelliğin yaygınlaşmasıdır. Düşük sosyoekonomik
portföye sahip insanların illegal kazancın sağladığı maddi statüye güdülenmesiyle ortaya
çıkmaktadır. Toplumda hedeflenen noktaya erişim için meşru yolların çıkmaz olduğu
durumlarda kişi gayrimeşru eylemlere başvurur. Bu gayrimeşruluğa kendine bir model
seçerek başlar. Mardinli bir çocuğun Aziz Sancar’a özenerek çalışması gibi illegalite
sayesinde servet kazanmış yani hedefine ondan önce ulaşmış kimseleri model alır. Böylelikle
suç ve şiddet bağlamındaki meyil oldukça artar. Çünkü bu kavramların düzen bozuculuktan
arzulara eriştiren araç niteliğine evrilmesi, zamanla üstlerindeki olumsuzluğu kaldırır.
Yaşamın bizzat yerini alarak gelecek nesilleri de etki altında bırakır. Bu vaziyetin derinlerinde
yatan düşünce hayatın merkezine maddiyatın alınmasıdır. Fani bir ömrün ülküsüne para adı
verilen senetlerin yerleştirilmesi, insanın ideali uğruna her şeyi yapabileceği öğretisinin
yaygınlığına neden olur. Tabi ki maddi açıdan zorluklar yaşayan, çocuğuna bez ve mama
alamayacak sosyal düzeylerde bulunanlara paranın tek hakikat olmadığını ispatlayamazsınız.
Her ne yaparsanız yapın. Şüphesiz, güzellik ve para sadece avucunda tutanlar için değersizdir.
Çirkinliği bahane edilerek terk edilmiş bir gence dış görünüşün önemsizliğini anlatmaya
çalışmak, cahile ilim anlatmak gibidir. Birey, hayatının merkezini eksikliğini hissettiği
düşüncelerle örer. Yoksunluk güdülenme için başlıca etkendir. Günümüzde şövalye
romanslarından hatırladığımız Haçlı Ordusuna katılan ganimet peşindeki Floransalı gencin
yerini paryaların çocukları almıştır. O gün servet, yağmadan geçerken bugün illegallikten
geçmektedir. Bu anlayış patronlar camiasına kabul için güçlü izlenim(!) vermeye çalışan
yoksulları koşulsuz suç ve şiddet eylemcisi yapacaktır. Ek olarak olumsuz rol modelliğe bir
sebep de nitelikli rol modellerin kötülenmesidir. Yine maddi kazanca dayalı olarak gayret ve
çalışma ile ulaşılan statülerin otorite ve toplum tarafınca aşağılanması -gizil olsa da- suç ve
şiddetin özendirilmesini hızlandırmaktadır. “Okuyup ne yapacaksın, para ticarette.” “Doktor
olsan ne olacak? Üç kuruş paraya milletin pisliğiyle uğraşırsın.” “Öğretmenlik de ne
kardeşim, belediye personeli daha çok kazanıyor.” “Akademisyenlik zor iş, torpil lazım.
Falanca yerde şu iş var gel yapalım.” Ceza evinde bedel (!) ödeyen tek hücreli varlıklara bu
cümleleri işitip işitmediklerini sorsak en az bir kez çevresinden yahut ailesinden duymuştur.
Toplum nezdinde gerçek statüye sahip olması gereken insanlar değersizleştikçe, büyük bir şair
ceketsiz aramızdan ayrıldıkça bu özenme devam ediyor ve edecek!
Suç ve şiddet ile mücadelede bir başka engel olağanlaşmadır. Refah bir yaşam temennisiyle
düzensiz göçerlerin oluşturduğu gettolar, olağanlaşmanın gerçekleşmesi için adeta
kurgulanmış gibi elverişlidir. Toplumda yer edinemeyen gecekondu sakinleri, etnik ve dini
esaslarda birleşerek dış dünyadan soyutlanmaktadır. İlkel kabile kültüründen hatırlanabileceği
gibi komşularıyla ortak bir değerde buluşamayan ve iletişim kuramayan güruhların üstüne
üstlük varlıklarını tehlikede hissetmeleri, içe kapanık bir dönüşüm geçirmelerine neden
olmaktadır. İçerik platformlarında sıklıkla karşılaştığınız gibi çoğu mahalle ya da il,
ülkemizde ve dünya çapında üne kavuşmuştur. Değerleri, kültürü, doğal güzellikleri,
ekonomik yapılanmadaki yeri vb. gibi kriterler yerine bu ün suçun ev sahipliği ve şiddetin
hamiliği rollerinden kaynaklanmaktadır. Bu tür yerleşkelerde suç ve şiddet gündelik yaşamın
parçası haline gelmiştir. Artık yadırganmaz, sorgulanmaz ve kabul görmüş hatta bir süre sonra
aranır hale gelmiştir. Karşıt bir örnek verebiliriz. Bütün soyu hekim olan bir öğrencinin tıp
fakültesi kazanması şaşkınlık yaratır mı? Elbette hayır. “Onun zaten kanında var. Babası da
doktordu dedesi de.” Peki üç cinayetten hükümlü eski bitirimlerden İhsan’ın küçük oğlu, oyun
oynarken arkadaşını bacağından bıçaklamış. Hayret eder miyiz? Ne de olsa aslanın yavrusu da
aslandır. (!) İhsan’ın küçük oğlunun babası, abisi, amcası, komşusu, arkadaşı Ömer’in babası,
ailesi bütün mahalle cezaevi görmüşse Küçük İhsan neden geri kalsın? Hele ki cinayet
suçundan hüküm giymenin patolojik bir ritüel ile onurlandırıldığı Y. mahallesinde? Şahsi
kanaatim olduğunu belirterek uzatmamak adına son bir soru sormak istiyorum. Bir muhit
düşünün ki insan hayatı almış olmaktan dolayı -ne sebeple olursa olsun. Bu noktada tecavüz
ve pedofili gibi uç örnekler vermenin lüzumu yoktur.- infaz kurumundan tahliye edilen bir
insanın ayağına kurban kesiliyor. Keşke “Çok şükür kavuştuk.” nedeniyle yapılsa. “Aslan
dayım tahliye, şimdi memleket düşünsün.” şeklinde Mandrill Primatı kadar değeri olmayan
bir güruh şölen yapıyor. Öz olarak düzeni bozanı dışlaması gereken yerleşik düzen, şahsı taltif
ediyor. Bu habitat içinde suç ve şiddet ile mücadele etmek mümkün mü? Bu mücadele
devletten ödenek almak için dile getirilmiş bir görev alanı olmaktan ileri gidemez. Dahası bu
suç gettoları, iletişim ve uyum bağıntılarını mensup oldukları toplumdan koparmalarıyla
illegal oluşumların organize ettiği yasalarla yönetilmeye başlar. Olağanlaşma zamanla yerini
yerleşik düzene bırakır. Birkaç nesil sonra bugünün büyük suçu, en onurlu ve haysiyetli
davranış olarak alkış alır. Ulusun kanunları, yargı elemanları bağımlı hale gelmiş olabilir,
Yetersiz ve haksızlığı savunur bir durum içine de girebilir. Bu halde yapılması gerekilen yerel
suç patronlarına sığınmak değil topyekûn adaleti, adalet atmosferini sağlamaya çalışmaktır.
Aşağılık ve korkakların savunma mekanizmalarının “Ne yapabiliriz sanki?” şeklindeki saçma
sorusunu asla sormayın. Haksızlığa, hukuksuzluğa genelinde adaletsizliğe sessiz kalmayarak
dilsiz şeytanlıktan kurtulmayla başlayabilirsiniz.
Legalleşme, modellenen ve olağanlaşan suç ve şiddetin ulaştığı son düzeydir. Artık suç,
yasallaştırılmıştır. Bu yasallaştırmadan TCK’ya yeni madde girdisi anlaşılmamalı. Mevzu
bahis mesele suçun ya da şiddetin kabul edilebilir bir argümana bağlanmasıdır. Racon ve
namus. Artık suç yasallaştırılmıştır. Kabul edilemez eylemler, sebeplere bağlanmış ve tekrarı
için zemin hazırlanmıştır. Yazın boyunca örneklerden fazlaca yararlandığımın farkında olarak,
anlaşılabilirlik için gerekli olduğuna olan inancımız, yeniden bir örnek sunumunu
gerektiriyor. Rol modellikten hareketle hafızanızı tazeleyin. Medya yayın organlarında hep
karşılaştığımız gerçek ya da kurgusal “iyi” mafya babaları vardır. 40 kişinin katili fakat
gariban babası. Silah, araba, kara para her türlü suçtan kaydı var lakin uyuşturucuya asla
bulaşmaz.
“-Falanca Ağa’nın yaptığını duydun mu? İki tane torbacıyı vurdurmuş. -Bu Falanca, geçen yıl iki çocuk babası bir esnafı rızkını zorla vermemek için boyun eğmedi
diye öldüren Falanca mı? -Evet o. Ama çok baba adam. Baksana uyuşturucuya savaş açtı.”
Belki kalem tutanlara yabancı gelse de şu kısa diyalogun geçmediği, seslendirilmediği bir suç
bölgesi kesinlikle yoktur. İşte racon adını verdikleri kurallar bütünü budur. Aforoz edilmiş
suçlarla bir ilişiğin olmayacak haricen ne halt edersen et. Hepsi şandandır hatta
delikanlılığındandır. Suç daha doğrusu özelde şiddet minaresine bulunan bu kılıf, nice
canların heba oluşunu ve nicelerinin de koğuşlarda eriyişini legalleştirmiştir. Bir diğer
kamuflaj namus kavramıdır. Bildiğimiz edep, haya, ahlak kelimeleriyle özdeşleştirilen
namustan ziyade bu kılıf, kız kardeşten tutun da küçük bir çocuğa kadar hatta ihtiyar bir
dedeye her yaştan kesimin katlini vacip gören bir fetva niteliğindedir. Kişiler arası değişkenlik
iktiza eden bir kavramın keskin bir sözde adalet söylemi oluşu hayret vericidir. Ama bize
hayret vericidir. Bahsettiğim gettolarda idareyi eline alan illegal yapılar “namus” kavramından
ne çıkarımda bulunursa o bölgenin uğruna kan dökülmesine izin verilen hatta teşvik edilen
namusu odur. Dava, öç ve şan. Yeşilçam film isimleri gibi gelen bu kavramlarda -ilerleyen
dönemlerde tartışacağız.- racon ve namus saçmalıklarının türevleridir.
Olağanlaşsa da legalleşse de suç ve şiddet -her ne olursa olsun, kimden olursa olsun-
engellenmeli, bastırılmalı ve müdahale edilmelidir. “Bana dokunmayan yılan bin yaşasın.”
düsturu, günün birinde sizin yahut yakınlarınızdan birinin mutlaka sonunu getirecektir. Daha
da kötüsü nesillerimizi heba edecektir. Tabi, her canlı ölümü tadacaktır. Umarım tavuk beyinli
bir gerzeğin racon kokan ellerinden olmaz.
Eksiği çok olup fazlası olmayan suç ve şiddetin günümüzdeki muhtevası bu şekildedir.
Yukarıda dağılmamak için bahsetmediğim ancak hakkında düşünmek gereken birkaç nokta
daha var; yayın problemi. Bir şiddet sahnesinin her kesimden ve yaştan insanın erişebileceği
bir platformda yayınlamak imrenmeye neden olacağından ötürü sorundur. Her ne kadar
yapımcılar tarafınca suç ve şiddetin teşhir edilmesinin toplumda infial yaratacağı dolayısıyla
emsal suçlardan uzaklaşmaya sebep olunacağı savunulsa da maalesef pazarlama için ortaya
atılmış bir söylevdir. Cem Yılmaz’ın “Çocuk olmuş mu?” kesitini bilmeyenimiz yoktur.
Eserlerinin çok küfürlü ve abes oluşu eleştirilere maruz kalmasına neden olmuştur. Antitez
olarak “Sen çocuğuna iyi ile kötü arasındaki farkı öğretmediysen ben ne yapabilirim?”
benzeri bir ifadede bulunur. Evet çok haklıdır. Suç ve şiddet iğrençleştirilen karakterler
aracılığıyla teşhir edilirse tiksinti yaratacaktır. Fakat keşke ülkemiz o eğitim ve düşünce
düzeyine erişmiş olsa. Her anne baba bu ayrımın farkındalığını kazandıracak yetkinliğe sahip
değil. 2016 yılında yayın hayatına başlayan Adana yapımı dizi, günümüzde bir ilin güneyini
görülmemiş bir oranda suça yönlendirmiş, güzide semtleri girilemez ve gezilemez niteliğe
taşımıştır. Şehrin sakinleri sözlerimi doğrulayacaktır. 10 yıl önce suç yok muydu? Elbette
vardı. Fakat günümüzde kontrolsüz ebeveynlerin dünyaya getirip bahsettiğimiz gibi suçun
olağanlaştığı mahallere dolaşıma bıraktığı basit insanlar, ünlü komedyenimizin dile getirdiği
farkındalığa sahip olmamasından ötürü resmen militan güruhuna dönüşmüştür. Bir yapım
düşünün ki sanatçının toplumun aynası olduğu iddiasıyla sahneye çıkan ve realist bir içerik
savunusuyla suçun ve şiddetin takdire sunulduğu, repliklerini yaralama, gasp, hırsızlık,
cinayet suçlularının ring araçlarından adliye kapılarına geçerken bağırarak sloganlaştırdığı
“yerel” bir dizi. Kapsamlı düşünmeden bile basitleştirebilir. Söz konusu dizide 14-15
yaşındaki gençleri el pençe divan durduran X abinin, basitliği ve pisliğini belirli düşünme
yetkinliğine erişenler fark edebilir ve tenkit eder. Ancak 7.99TL’lik bir üyelikle erişen
çocukların “Bana da saygı duyacaklar, bende bir gün böyle olacağım.” ifadesinden başka
seçenekleri yoktur. Sayısı bitmeyecek birçok örnek mümkün. İkna olmayanlar olacaktır, doğal
olan bu. Fakat uzun uzadıya bir inceleme ve tartışmayı gerektiren bu meseleler, bizlerin suç
ve şiddet ile olan yakın yoldaşlığını uzun yıllar sürdürmeye devam edecektir.
Unutmayın siz dışarıya atmadıkça bu iki kardeş evinizin misafiri olmaktan vazgeçmeyecektir.
Ülkemizin kırmızı ve siyahla çizili bu tablosunu işaret etmeye çalışmamız, dilerim ki çakıl
taşı kadar da olsa bilinçlere ve bilinçlilere faydalı olur.
Saygılarımla.
KAYNAKÇA
Açıkgöz, R. (2015). Yoksulluk ve Suç: Doğrusal Olmayan Bir İlişki. Fırat Üniversitesi Sosyal
Bilimler Dergisi, 25(1), 251-266.
Artuk, M. E. (2018). Kriminolojinin Tanımı. İstanbul Medipol Üniversitesi Hukuk Fakültesi
Dergisi, 5(2), 5-14.
Ayhan, İ., ve Çubukçu, K. M. (2007). Suç ve Kent İlişkisine Ampirik Bakış: Literatür
Taraması. Süleyman Demirel Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 5(5), 30-55.
Çevikalp, A. (2020). Günümüzde Şiddetin Medya Aracılığıyla Pazarlanması ve Ürünlerin
Sanatsal Şiddete Dönüşerek Estetikleşmesi. Anadolu Akademi Sosyal Bilimler Dergisi, 2(1),
93-112.
Türk, B., Hamzaoğlu, N. ve Şenyuva, G. (2023). Karanlık Üçlü Kişilik Özelliklerinin Şiddet
Üzerindeki Rolü: Tanımlayıcı Çalışma. Turkiye Klinikleri J Foren Sci Leg Med, 20(2), 124
33.