Hikaye: ONGUN

                                                    Mehmet Hilmi ERBAŞLI
                                                                          16.04.2025

Mobirise

Vakit henüz fecirle tanışmamış, semânın yüzü ne tam karanlığa bürünmüş ne de sabahın rahmetini üzerine çekmiştir.
Tanrı Dağları’nın dorukları göğe niyaz hâlinde durmuş, her taş, her kaya, sanki secdeye varmış gibi.
Bütün bir âlem, o an suskun…
Lakin bu suskunluk, ölümün değil, derin bir hatıranın sesidir.
Bozkır susar evet, lâkin o sükûtun içinde asırlardır söylenen bir türkü salınır:
“Kut’dan düşen, kökten uzak kalır.”
İşte o vakit, bir adam yürüyordu…
Ne ismi vardı bilinen, ne de cismine dair bir nişân.
Lâkin kaftanının sol yakasında işlenmiş bir kurt başı dikkat çekerdi.

Kurt soyluymuş.

Türk’ün ongunu olan kurdun evlâdı…

Yalınayak yürür gibiydi ama ayağında eski bir çarık vardı; keçeden, içi köz kokan.

Sırtında yıpranmış bir post, belinde urgan gibi sarılmış bir yay kirişi.

Bir elinde göğsüne asılmış torba…

İçinde ne para ne yiyecek…

Yalnızca bir tutam ata toprağı

Ve bir parça yurt külü.

Dizleri bozkırla hemhâl olmuştu, alnı Tanrı Dağı’na eğilmiş…

Toprağı öptü.

Bir taşın üzerinde, silinmeye yüz tutmuş bir tamga fark etti:

“Kök.”

Yani asıl, yani öz, yani ilk.

Elini o taşa koydu.

Ve kendi kendine, bozkırın bile zor duyacağı bir sesle mırıldandı:

“Töre unutulursa, millet çürür.

Kök'ü solan ağacın gölgesi olmaz.”

Ve rüzgâr yükseldi.

Bozkırda yalnız rüzgâr, ölülerin dili olurdu.

Belki bir atanın fısıltısı, belki de bir kam’ın duasıydı içinde dönen ses.

Adam, küçük bir çökükte durmuştu.

Önünde eski bir taş mezar…

Üzerinde yazı yoktu ama iki kurt ayak izi kazınmıştı.

Biri büyük, biri küçük.

Bilinirdi ki, böyle izler yalnızca soyun sönmediği yerde bulunur.

Bu, bir işaretti:

“Soy devam eder, töre hâlâ ayaktadır.”

Yüreği titredi.

Eliyle kalbini yokladı, sonra semaya kaldırdı.

Gökte ne güneş ne yıldız…

Yalnızca Gök Tengri’nin gözünden düşen bir buğu…

Ve o an, içinden bir ses işitti.

Ne dışarıdan gelen bir sedâ ne de hayal ürünüydü.

Türk’ün bin yıllık vicdanı konuşmuştu sanki:

“Yürüyen er, ardına değil, soyuna bakar.

Kendini bilen, yolunu yitirmez.

Töre ayaktadır; unutma, millet senden gölge değil iz ister.”

Sanki bir toyun eşiğindeydi.

Bir niyet, bir yemin gerekiyordu.

Başını kaldırdı.

Göğe değil bu kez; ufka…

Çünkü Türk, ne tam göğe bakar ne yere…

İkisinin arasındaki istikamete bakar.

Ve uzakta, sisin içinde bir siluet belirdi.

Ne insana benzerdi ne de hayvana.

Lâkin yaklaşmıyordu.

Sanki çağırıyordu.

Adam, ellerini dizlerine koyarak kalktı.

Bir an durdu.

Sonra kendi kendine fısıldadı:

“Ben geldim ata,

Beni yolunla yargıla.

Gölge miyim? İz mi?

Bozkır söylesin.”

Mobirise

Gök, ağırlığını salmıştı toprağa…

Ne bir yıldız, ne bir hilâl…

Sema, örtüsünü yere sermiş, bir otağ gibi kaplamıştı dağları.

Her taş, her kırık dal, her ot parçası sanki nefes almayı unutmuştu.

Ve bu sessizlik, ölü gibi değildi —

Ruh bekleyen bir bekleyişti bu.

Bozkır, sükûtuyla haykırır bazı zamanlar.

İşte o vakitlerden birinde.

Bir şey yaklaşmıyordu yalnızca;

Bir sır, bir töre gölgesi eğiliyordu toprağa doğru.

Adam, hâlâ diz üstündeydi.

Başı öne eğik, sol eli göğsünde, sağ eli göğe açık.

Kendine değil, Göğe yemin eder gibi.

Toprağa serdiği yurt külü henüz dağılmamıştı rüzgârda.

Çünkü rüzgâr bile o an, izinsiz kıpırdamazdı.

Bozkırın, Tanrı Dağı’nın, göçebe milletin kutsallığı vardı bu sessizlikte.

O siluet...

Uzakta, pusun içinde devinmekte olan o gölge...

Yaklaşmıyordu artık.

Durmuştu.

Ama sanki başka bir âlemle bu dünya arasında, bir sınırda duruyor,

Zamanı yokluyordu.

Gölgesi uzamaya devam ediyordu.

Ve bu gölge, ay gibi aydınlatmazdı.

Göğü gölgelendirir, kalbi konuştururdu.

Adam yutkundu.

Bir korku değil bu;

Lâkin bir mesûliyetin ağırlığı çöküyordu üzerine.

Çünkü Türk töresinde bazı gölgeler, adamı gölge etmezdi —

Yük indirirdi.

İçinden geçenleri dile dökmedi.

Zira bilirlerdi:

Dilin sustuğu yerde millet konuşur.

O an...

Bir ses geldi.

Ne kulakla işitilen, ne gözle görülen...

İçeriye, ta göğsün içine doğan bir ses.

Sanki bir atanın duası,

Yahut bir hakanın bin yıl evvelden yükselttiği nâra:

“Ey toprakta yürüyen evlât,

Ben seni görmedim, lakin soyunu tanırım.

Senin damarında akan, bir göçün hatırasıdır.

Senin adımlarında çınlayan, bir hakanın vasiyetidir.

Unutulmadın.

Seni biz çağırmadık; sen hatırladığın için geldin.”

Adam başını kaldırmadı.

Çünkü bilir ki,

Ruh gökten inerse, göz yere bakmalıdır.

O bir bakış, insanı bin yıl geriye atabilir.

Fısıltıyla cevap verdi:

“Ben çağrılmadım,

Lâkin kalbim bu dağa döndü.

Belki bir kutlunun hatırası içime doğdu.

Belki soyumun izini sürerken, gölgeye rastladım.

Her ne hâl ise, ben geldim.

Ve eğdim başımı töre önünde.”

Siluet, sanki nefes aldı.

Dağ bir an ürperdi.

Bir kayanın yüzünden parça koptu;

Ama düşmedi.

Asılı kaldı havada.

Zaman da orada durdu sanki ne ileri ne geri.

Sonra, gökten bir ses değil,

Topraktan gelen bir uğultu duyuldu.

Uğultu değil…

Alpların nârâsı gibi.

Kopuz sesiyle çağırır gibi…

Ve adam, içindeki titremeye rağmen dizlerinin üstünde doğruldu.

Kendine bir nişan taktığı göğsündeki kurt başına dokundu.

Göktürk’ün hatırasıydı.

Birden rüzgâr kalktı.

Toprağın üzerine serdiği külü hafifçe savurdu.

Kül, havaya karışmadı

Bir şekil aldı.

Kurt başıydı bu.

Gözleri semaya bakıyordu.

Dili yoktu, ama sanki söyleyeceği vardı.

Adam gözlerini kapattı.

Ve kendi içine bir nida saldı:

“Kut sen misin?

Yoksa ben miyim artık senin yansıman?

Eğer senden kalanım, beni ateşle yıkayacak vakit geldi mi?

Eğer sana dönenim, hangi boyun hangi toprağın yeminini taşımalıyım?..”

Gölge, hafifçe eğildi.

Sanki rüzgârın içinden geçip geldi,

Ve adamın omzuna dokunacak gibi durdu.

Bir sıcaklık değil...

Bir hafiflik, bir yük, bir emanet indi adamın sırtına.

Adam, o an anladı.

Bu gelen, ne düş ne hayaldi.

Bu, hatırlatılan bir görevdi.

Bir soyun uyanışı,

Bir törenin yeniden başlamasıydı.

Ve gölgeden bir söz geldi.

Net değildi.

Ama Türk’ün yüreğinde yankılandı:

“Kut...

Hatırlayana iner.

Görev...

Soranı bulur.

Diriliş...

Gönlü yananla başlar.”

Ve ardından gölge çekilmeye başladı.

Yavaş yavaş,

Sanki hiç gelmemiş gibi,

Sanki hiç olmamış gibi…

Ama adam ayağa kalktı.

Yavaşça belindeki kuşağı sıktı.

Göğsündeki postu düzeltti.

Ve bir kelime fısıldadı, bozkır duysun diye:

“Başlıyorum…”

Mobirise

Tan yeri ağarmamıştı henüz.
Ama göğün rengi, karanlıkla aydınlık arasında sıkışıp kalmamıştı artık.
Bir uyanışın eşiğiydi bu.
Sanki vakit de, gökyüzü de, toprak da derin bir nefes alıyordu.
Adam, gölge çekildikten sonra uzun müddet kımıldamadı.
Ne elleri oynadı ne gözleri başka yere baktı.
Zira hissediyordu:
Bu gece, onun değil, milletin gecesiydi.
Göğe, toprağa ve soyun ruhuna edilen yemin;
Artık sadece bir adamın değil,
Bir milletin kaderini taşıyordu.
Ve işte o an...
Gökte bir kartal belirdi.
Önce küçüktü; bir leke kadar.
Lakin göz kamaştıran bir ihtişamla büyüdü.
Kanatları bozkırı kucaklar gibiydi. 

O kartal, boşuna uçmazdı.

Türk’ün inancında bilinir ki:

Kartal göğe yakın olanın yoldaşıdır.

Ve kut bir gönle inerken,

Kartal onu tâkip eder.

Adam, başını kaldırdı.

Ve mırıldandı:

“Bana değil ey kartal…

Türk’e göz kulak ol.

Çünkü ben artık kendim değilim.

Ben... millete doğan bir hatıra oldum.”

Bozkır, rüzgârla cevap verdi.

Bir anda dağın eteğinden kopan yeller,

Adamın postunu savurdu.

Beli kuşaklıydı, göğsünde kurt başı,

Yüzünde ise ne korku ne kibir…

Yalnızca inanç.

Çünkü o vakit anladı ki:

Gelen ruh, ona bir nişân değil; bir kıyam yüklemişti.

Yalnızca hatırlamak için değil…

Uyandırmak için çağrılmıştı.

Ve kendi kendine şöyle seslendi:

“Ey Türk’ün unutulmuş toyları…

Ey batıya sürülmüş yurtlar…

Ey öz evlâdını kaybeden anavatan…

Ben buradayım.

Ve yürürüm.

Adımla değil, soyumla.

Gölgeyle değil, izimle.”

Tanrı Dağı’nın eteğinde,

Börü postunun altında

Bir yürek çarpıyordu artık:

Milletin çürümeyen çekirdeği.

Ne devlete bağlıydı ne bir tahta…

O artık Türk’ün kendi özünden doğan,

İlk adımdı.

Çünkü Türk milleti bazen susar…

Bazen dağılır, dağlar gibi...

Ama toprağın altında uyuyan her tohum gibi

Yeniden dirilir.

Ve bu adam,

O dirilişe atılan ilk adımdı belki.

Bilinmezdi…

Adı neydi,

Boyu hangi oymağa aitti…

Ama yüzü, bir hakanın bakışı gibiydi.

Sözleri azdı.

Çünkü ne söylediğini değil,

Ne taşıdığını bilirdi.

Köy köy, oba oba yürüyecekti.

Yanına almayacaktı kimseyi.

Çünkü o, milleti uyandıran nidadı.

İşte o vakit,

Beli kılıç tutmayacak.

Ama sözü, taştan sert,

Gönlü, suda akis bırakan

Bir çağrı olacaktı.

Ve yoluna düşmeden evvel

Son bir defa Tanrı Dağı’na döndü.

Eğilmedi.

Ama yüreğini bastı toprağa.

Ve dedi ki:

“Ey kut bana dokunan…

Ey ruhuma iz bırakan…

Ben artık susmam.

Çünkü millet uyanmazsa,

Ben rüyada kalırım.”

O an,

Dağdan bir uğultu koptu.

Kartal tekrar geçti gökten.

Güneş doğmaya başladı.

Ve her şey sessizdi...

Ama artık o sessizlik bir son değil —

Başlangıçtı.

Mobirise

Gök, yorgun bir mavilikle örtülmüştü.

Ufuk çizgisi, uzak ve silikti.

Ve o çizgiyi delen yalnızca adamdı.

Adım adım iniyordu dağdan düze…

Omzunda postu, belinde kuşağı,

Yüreğinde artık sadece kendine değil, millete ait bir ateş.

Geceden kalma sessizlik hâlâ çöreklenmişti bozkıra.

Ama ufukta bir oba görünüyordu.

Dumanlar yükseliyordu ama dumanların kokusu dumansızdı.

Ocak yanıyor gibi ama ısıtmıyordu.

Adam anladı.

“Bu oba yaşıyor gibi görünür, ama çoktan ölmüştür.”

Yavaşladı.

Çünkü bir ölüye hızlı yaklaşılmaz.

Unutulmuşluk, kabalıkla değil, vakarla delinirdi.

Oba girişinde durdu.

Bir çocukla göz göze geldi ilkin.

Çocuk, onun üzerindeki kurt başlı keçeye, sonra gözlerine baktı.

Ama sanki hiçbir şey anlamadı.

Bakışı boştu.

Sanki o postun neye işaret ettiğini hiç öğrenmemişti.

Bir kadın çıktı çadırdan.

Başı örtülüydü, elleri doluydu,

Ama bakışı yorgundu, sesi solgundu.

Adam’a bir şey demedi.

Yalnızca omuz silkti, içeri çekildi.

Ardından bir ses yükseldi arkadan:

"Yabancı mısın? Yolcu musun? Ne istersin bu unutulmuş yerden?"

Adam döndü.

Sesi çıkaran genç bir adamdı.

Kaşları çatılı, beli kalın kuşaklı.

Üzerinde eski bir ceket, göğsünde madalyaya benzeyen paslı bir iğne.

Modern zamanların kırık gururuydu.

Adam ona bakarak, sadece bir cümle söyledi:

“Ben unutulmuş olanı hatırlatmaya geldim.”

Genç kahkaha attı.

Alaycı bir tınıyla:

 "Unutacak ne kaldı? Devran dönmüş, bayrak değişmiş, millet susmuş. Biz hâlâ doyduğumuza bakarız."

Adam bir adım daha attı.

Bozkırdan gelen yelin sesi konuşur gibi oldu o an.

Adamın sesi, rüzgâra karıştı:

“Sen yalnızca doyarsın.

Ben, milletin uyanması için geldim.

Yıldız kayar, ama gök varlığını yitirmez.

Bayrak düşer, ama rüzgârın yönü değişti mi, yeniden dalgalanır.

Siz susuyorsunuz.

Ben artık susmam.”

O an, oba halkından birkaç kişi daha toplandı.

Kimisi yaşlıydı, kimisi yeni doğmuş bir çocuğu taşıyordu kucağında.

Ama hiçbirinde bir heyecan yoktu.

Sadece bir merak, o kadar.

Adam yere eğildi.

Cebinden bir tutam yurt külü çıkardı.

Toz gibi, incecikti.

Bozkırın bağrından alınmış, bin yıllık bir hatıraydı.

Avucuyla havaya savurdu.

Ve şöyle dedi:

“Ben bu toprağın hatırasını getirdim.

Atınızın nalları altında ezilen,

Ama ses vermekten vazgeçmeyen bir tamgayı taşıyorum.

Bilmezsiniz belki…

Ama bu kül, Oğuz’un, Bumin’in, Kürşad’ın ateşindendir.”

Kimse bir şey demedi.

Ama yaşlı bir adam, biraz geride durmuş, suskun suskun izliyordu.

Elinde bir asa vardı.

Yaklaştı.

Gözleri nemliydi.

 "Sen... sen bu sesi nereden duydun evlât?" dedi.

"Ben o külün kokusunu yıllardır unuttum sanmıştım."

Adam, yaşlının önünde eğilmedi.

Ama gözleri doldu.

Çünkü ilk kez biri onu değil, getirdiği hatırayı tanımıştı.

“Ben duymadım...

Hatırladım.

Çünkü susmak, atama ihanettir.

Ben hatırladım…

Ve şimdi size unuttuklarınızı iade ediyorum.”

Yaşlı adam başını öne eğdi.

Diğerleri şaşkınlıkla baktı.

Kopuz yoktu elinde.

Kılıç da çekmemişti.

Ama onun sesi, obadaki en keskin demirden bile keskindi.

Sonra şöyle seslendi:

“Bu yalnızca bir başlangıç.

Ben toy kurmaya gelmedim.

Ben size toyun ne olduğunu hatırlatmaya geldim.

Oğuz soyunun sofrasında diz çökmek isteyen varsa,

Önce bu külü tanısın.

Önce bu sesi duysun.

Çünkü Türk, hatırlamadan uyanmaz.”

Ve rüzgâr yine yükseldi.

Halkın arasında bir uğultu dolaştı.

Bebek ağlamadı.

Yaşlı kam gülümsedi.

Genç adam, artık kahkaha atmıyordu.

Başını çevirdi, uzaklara baktı.

Adam ise sessizce yürümeye devam etti.

Hiçbir çadırda konaklamadı.

Hiçbir davet beklemedi.

Ama o gün o oba, ilk defa suskunluktan başka bir şeyle anıldı.

Bozkırın içinde bir iz kaldı.

Ayak izi değil;

Sözün izi.

Mobirise

Gün yükselmiş, dağdan inen güneş oba düzlüğünü usulca ısıtmaya başlamıştı.

Ve o sabah, rüzgâr başka türlü esiyordu

Ne serin ne sıcak;

Bir yemin gibi,

Bir çağrı gibi…

Obada sessizlik vardı ama bu sessizlik korkudan değil, bekleyiştendi.

Zira yüzyıllardır unutulmuş olan bir gelenek,

Bir halkın hafızasından silinmiş bir kelâm

O gün, yeniden can bulacaktı.

Ve bu, yalnızca geçmişin değil;

Geleceğin de doğumuydu.

Toy kuruluyordu.

Ama ne davul ne zurna vardı.

Toprağın ortasında birkaç taş dizilmiş,

Ateş yakılmış,

Ateşin üzerine yurt külü serpilmişti.

Bir zamanlar Atilla’nın otağında, Bilge Kağan’ın gölgesinde, Kürşad’ın gözlerinde yanmış olan ateşin aynısıydı bu

Hem sessiz hem de konuşan cinstendi.

Adam, halkın karşısında duruyordu.

Yüzü toprağa dönüktü.

Göğsündeki kurt başı işlemeli keçesini çıkarmamış,

Belindeki urganı daha sık bağlamıştı.

Çünkü bilirlerdi:

Toyda sadece söz söylenmezdi; toy, bir bağlanma yeriydi.

İlk konuşan yaşlı kam oldu.

Sesi yorgundu, ama titremiyordu.

Çünkü artık yalnız değildi.

Çünkü toprağın altındaki sesler,

Bu ateşin kıvılcımıyla yeniden yükselmişti.

 “Biz toy kurmayı unuttuk.

Sofrada susmak adet oldu,

Ata sözünü hor gördük.

Ama şimdi biri geldi,

Ve bizden değil, bizin içimizden geldi.”

Halk başını eğdi.

Kimi sessizce gözyaşı döktü.

Çünkü çoğu bilmezdi neden ağladığını —

Ama sanki bir kayıp,

Çok uzaklardan dönmüşçesine bir hüzün vardı gözlerinde.

Adam bir adım öne çıktı.

Gök yüzünü örten bulutlar yavaşça açılıyor,

Toy meydanına bir kut huzuru iniyordu.

Ve o konuştu.

Sade, yavaş ve tok bir sesle...

“Ben sizden bir adım önde değilim.

Sadece unutanlar arasından hatırlayan biri olarak geldim.

Toy, yemekten değil, hatırlamaktan doğar.

Biz bu ateşi yalnızca ısınmak için değil,

Kendimizi yeniden görmek için yakıyoruz.”

Gözleri dolaştı çemberdeki yüzlerde.

Yaşlılar, gençler, çocuklar…

Kimileri elini göğsüne bastı,

Kimileri gözlerini yummuş, sessizce dinliyordu.

Adam devam etti:

“Bu toprak, suskun kaldı.

Bu bozkır, yalnızlaştı.

Çünkü biz, bayrağımızı göğe değil, duvara astık.

Şimdi, toy bu yüzden kuruluyor:

Duvardaki bayrağı, göğün hakkı olan yere asmak için.”

Kam, kopuzunu çıkardı.

Tellere bir kez vurdu.

Ve ses yankılandı:

Neşeli değil, kederli değil sanki geçmişin ruhuyla yoğrulmuş bir hatırlayış gibi.

Toy ateşine bir tutam tuz atıldı.

Bu, kadim bir gelenekti.

“Milletin lezzeti yeniden artsın,” diyeydi.

Ardından genç bir delikanlı kalktı.

O, ilk karşı çıkanlardan biriydi.

Ama şimdi gözleri mahçup, yüreği coşkuluydu.

 “Biz sana ilkin güldük.

Ama sen gülmedin, taş atmadın, kaçmadın.

Şimdi görüyorum ki, sen yalnız bize değil,

Türk’ün küllerine konuşuyordun.”

Adam başını eğdi.

Bir cevap vermedi.

Çünkü bazı sözler, cevapsız daha güzeldi.

Sonra kopuz tekrar sustu.

Ve toy ateşine halk sırayla birer nişan bıraktı:

Kimisi bir tamga taşıdı,

Kimisi eski bir kemik toka,

Kimisi yalnızca bir avuç toprak.

Ama hepsi, artık o toyun bir parçasıydı.

Ve o toy, artık yalnızca bir hatıra değil, bir dirilişti.

Güneş, toy meydanının tam üzerine geldiğinde,

Adam son sözünü söyledi:

“Bu yalnızca bir toy değil.

Bu, bir milletin yeniden ayağa kalkmaya niyet etmesidir.

Ve bilirim ki, niyet edenin ardına,

Gök yürür…”

Ve halk hep bir ağızdan ilk defa yıllardır unutulmuş bir sözle cevap verdi:

“Töre, unutulmaz.”


Toyun ardından sessizlik çökmemişti bozkıra.

Aksine, toprağın altından bir uğultu yükselmiş gibiydi.

Sanki ataların kemikleri,

“Sonunda biri hatırladı…” diyerek

Toprağa, otağa, havaya bir yemin salmıştı.

Ama o toyda, her göz buğulanmadı.

Her yürek çarpmadı.

Her kulak duymadı söylenen kelâmı.

Çünkü her milletin bağrında

yaşlı gibi görünen ama aslında yorgunluğu değil, korkuyu taşıyanlar,

sükûtun arkasına saklanıp milletin çürümesinden beslenenler olur.

Obanın kenar çadırlarında kalan,

Toy alanına sonradan gelip hiçbir söz etmeyen üç-beş adam

O gece toplanmıştı.

Konuşmuyor, ama bakışıyorlardı.

Ve biri nihayet fısıldadı:

“Kut diyor... Toy diyor...

Yakında bu halk unutmaya başladığını hatırlarsa,

Biz neyle hatırlanırız?”

Bir diğeri kısık sesle cevap verdi:

 “Biz bu halkın sessizliğinde büyüdük.

Şimdi konuşmaya başlarsa,

Bizim adımızı ilk onlar ağzına alır.”

Üçüncüsü, yüzünde alaycı bir tebessümle yere tükürdü:

“Töreymiş…

Oğuz’un torunuymuş...

Toysa toy, ama başsız toy olur mu?

Hangi hakanın buyruğuyla konuştun sen?”

Ertesi sabah oba hâlâ toyun yankısıyla uyanırken,

Adam, her sabah olduğu gibi sessizce çadırından çıktı.

Ama gözlerinde bir bulanıklık vardı artık.

Çünkü sözün arkasından gölgelerin geldiğini hissetmişti.

Bozkırın sessizliği bazen huzur değil,

bir saldırının ayak sesidir.

Toyda söz söyleyen yaşlı kam yanına geldi.

 “Bilirim evlât,” dedi,

“Gölge, her zaman ışıktan doğar.

Lakin bu gölge, yüzsüzdür.

Yüzü olmayanla göz göze gelinmez.

Ama yine de sözle dövülür.”

Adam gözlerini uzaklara dikti.

Sonra toprağa eğildi,

Bir tutam külü tekrar havaya savurdu.

“Milletin içindeki en tehlikeli düşman,

kendi karanlığından memnun olandır.”

O gece, toy ateşi sönmeden evvel

Obanın kenarına bir not bırakıldı.

Bir keçeye yazılmış birkaç kelâm:

“Hakan olmadan toy kurulmaz.

Sözün büyüğü tahttan çıkar.

Biz seni duymadık.

Duyanı sustururuz.”

Not imzalı değildi.

Ama kokusu belliydi.

Adam notu okudu.

Ve yaktı.

Ateşin içinde gözleri parladı.

Sesi çıkmadı, ama içinden bir fısıltı geçti:

“Ben tahta talip değilim.

Ama milletin yüreğinden konuşan,

Tahtı değil, göğü işaret eder.

Ve gök, buyruğunu vermişse,

Hiçbir gölge ona perde olamaz.”

O gece,

Bozkırda rüzgâr daha sert esti.

Çadırlar titredi,

Ama ateş sönmedi.

Adamın gözleri uykusuzdu artık.

Çünkü biliyordu:

Artık karanlık onu izliyordu.

Ama karanlığın en büyük korkusu,

Kut taşıyan bir adamın susmamasıdır.

Mobirise